Atatürkçüler, solcular ne söylüyor, ne yapıyor?

levent-gultekinLEVENT GÜLTEKİN

Yazıya küçük bir izahatla başlayayım. ‘Atatürkçüler’, ‘solcular‘ derken tek bir kişiden bahsedilmeyeceğinin, dahası aynı düşünen, aynı tavrı, yaklaşımı gösteren bir gruptan da bahsetmenin doğru olmayacağının farkındayım. Atatürkçüler, solcular ne söylüyor, ne yapıyor?

Elbette her grubun içinde farklı kişilik, farklı yaklaşım gösteren insanlar var.

Bu iki tanımlamayı da bugünkü muhalif kesimin ana omurgasını oluşturan seküler kesimi tanımlamak için genel anlamda kullandığımı, ama herkesi aynı kefeye koyan bir genelleme yapmadığımın bilinmesini istiyorum.


Atatürkçüler, solcular ne söylüyor, ne yapıyor?

Şimdi geleyim asıl konuya.

Kendilerini ‘Atatürkçü’ veyahut ‘solcu’ olarak tanımlayan insanların sıklıkla vurgu yaptığı iki önemli olgu var: Bilime ve akla kıymet vermek.

Sorunların çözümünde bu iki olguyu esas almak gerektiğine her iki kesim de vurgu yapıyor. 

Bana “Cumhuriyet felsefesi nedir?” diye soracak olursanız hiç tereddüt etmeden “İnancın yerine düşünceyi, duygunun yerine aklı, dogmanın yerine bilimi esas alan anlayışın adıdır” derim.

Diğer taraftan sol ideolojinin de insanı esas olan, akla, bilime dayanarak insanın yaşamını yücelten, dogmadan uzak, düşünceye dayalı bir yaşam ideali taşıması nedeniyle cumhuriyet felsefesiyle ortaklaştığını söyleyebilirim. 

Her iki kesim de sorunların çözümünde aklı ve bilimi esas almak gerektiğine sıklıkla vurgu yapsa da yaşam felsefesini bu iki değer üzerine bina ettiğini söylüyor. Buna karşılık her iki kesimin de gerçek hayatında durumun böyle olmadığını, akla ve bilme, söylediği kadar kıymet vermediğini düşünüyorum. 

Neden mi?

Anlatayım. 

Ülkede her alanda büyük bir tahribat yaşanıyor.  Yoksulluk, işsizlik, insan haklarına dayalı haksızlık, hukuksuzluk, değerlerin tahribatı, toplumsal barışın zedelenmesi…

Bütün bunlara rağmen siyasette ciddi bir tıkanıklık var.

Normalde, ülkede yarattığı tahribat nedeniyle toplum içine çıkamayacak bir iktidar bütün bu yaşananlara rağmen hâlâ toplumun yarısının oyunu alabiliyor. 

“Peki nasıl oluyor da bu iktidar hâlâ bu kadar oy alabiliyor?” sorusuna her iki kesim de genel olarak “sorunun halkta olduğu” cevabını veriyor.

Halkın cehaletine, meseleleri anlamadığına veyahut kendilerine kulak vermediğine işaret ediyor.

Peki halk bize niçin kulak vermiyor? Niçin durumun vahametini kavrayacak bir yaklaşım geliştiremiyor ya da ne oluyor da sözümüz etkisiz kalıyor? Veyahut yıllardır yazıyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz ama bir arpa boyu yol alamıyoruz, alamadığımız gibi ülke her gün biraz daha geriye gidiyor, bu nasıl olur?

Bu tür sorular sorup bu soruların cevaplarına yönelik bir arayış içine girmiyorlar.

Üstelik hem akıl hem de bilim bize önce soru sormayı tavsiye etmesine rağmen sormuyoruz. 

Sormuyoruz çünkü meselelerin çözümüne yönelik tavrımızı akılla ve bilimle değil daha çok duyguya dayalı tepkilerle oluşturuyoruz.

Ülkede geçmişten günümüze kangrene dönüşmüş sorunlarımız var.

Bu sorunların toplumun her kesiminde oluşturduğu acılar, travmalar, korkular, endişeler, önyargılar var.

Bütün bunlar kararlarımızı, tavrımızı, tercihlerimizi, yaklaşımlarımızı da belirliyor.  

Psikiyatristler, psikologlar yüzlerce, binlerce kitapla, makaleyle insan beyninin nasıl çalıştığını, hangi olaya nasıl tepki verdiğini, düşüncesini, tavrını, davranışını hangi şartlarda değiştirdiğini, bu değişim için nelerin etken olduğunu, travmalarının, acılarının, korkularının, endişelerinin nihayetinde oluşan önyargılarının tutum ve davranış belirlemede nasıl belirleyici olduğunu anlatıyor.

Yani karşımızda bir şey söylediğimizde onu algılayan ve komut kabul edip gereğini yapan bir makine değil, insan var. 

Bu nedenle kimin söylediği, nasıl söylediği, söyleyenin güvenilirliği, söylediği kişiyle kurduğu bağın sahiciliği, saygı duyup duymadığı… Bütün bunlar anlattığımız şeyin karşımızdaki kişiye ulaşıp ulaşmamasında büyük etken.

Bilim bize bunu söylüyor. 

Mesela nöroloji bilimi bize diyor ki bir insanın bir konuda ikna olmasını etkileyen faktörler şöyle: Anlatanın kim olduğu yüzde 50; anlatanın ses tonu yani sahiciliği, yani inandırıcılığı, yani karşısındaki kişiye duyduğu saygı, yani anlattığı şeye inancın verdiği özgüvenin yansıdığı ses tonu yüzde 33, ikna etmek için kullanılan verin ise sadece yüzde 8.

Üstelik bütün araştırmalar bize diyor ki insanın beyni inandığı şeye aykırı bir bilgiyi 30 dakika sonra unutuyor.  

Yani bilim bize diyor ki karşınızdaki beynin sizin dediğinizi algılayabilmesi için size açık olması gerekiyor, açık olması için de öncelikle size güvenmesi gerekiyor. Bu da yetmiyor, ses tonunuzla anlattığınız şeye sizin de inandığınızı, dahası kendi hayatınızda uyguladığınızı göstermeniz gerekiyor. Bu ikisi yoksa karşınızdaki sizi duymuyor. 

İstediğiniz kadar bağırın, çağırın, karşınızdakine etki etme ihtimaliniz neredeyse imkansız.

Diğer taraftan bilim bize sen taraftar olduğunda karşındakini de taraftarlığa ittiğini, sen kendine yakın siyasetçiyi yanlışlarına rağmen alkışladığında karşı tarafta da aynı duyguyu ateşlediğini, kendine yakın gördüğün siyasetçinin tek bir yanlışını dile getirmediğinde karşı tarafı da benzer bir korumacılığa ittiğini, sen uzlaşmayı, paylaşmayı değil, kazanmayı amaç edindiğinde karşı tarafın da kazanma duygusunun kabardığını ve seni yenilecek rakip/düşman olarak algıladığını ve böyle algıladığı için senin söz ve davranışlarını doğru olsalar bile kendi varlığına tehdit gördüğünü de söylüyor. 

Peki nöroloji bilimi insan beyninin işleyişini bize bu kadar net bir şekilde anlattığı halde toplumla iletişimimizde bütün bunlara dikkat ediyor muyuz?

Hayır.

Mevcut iktidar bunca yıkıma rağmen hâlâ bu kadar oy alıyor çünkü muhalif kesim akılla değil duyguya dayalı tepkiyle hareket ediyor, bilimi değil inancı, yani kendi doğrularını esas alıyor. 

Böyle olduğu için topluma ulaşamıyor, ulaşsa da inandırıcı olamıyor.

Hal buyken ne siyasette ne de toplumsal meselelerde en küçük bir mesafe kat ediyoruz. Çünkü muhalif kesimin aktörlerinin önemli bir kısmı laf sokmaya, polemiğe, yenmeye, üstün gelmeye dayalı muhalefet anlayışının muhatap kesimin zihninde nasıl bir etki uyandırdığını hesaba katmıyor.

Uzlaşma, ortaklaşma değil de kazanma peşinde koştuğundan rakip/düşman görülüyor, böyle görüldüğü için de ne söylerse söylesin etki uyandırmıyor.

Dahası kendisi taraftarlık yaparken iktidar cenahının taraftarlık duygusunu bırakmasını istiyor. Kendisi demokrat değilken iktidarın demokrat olmasını bekliyor.

Kendisi özgürlükçü değilken iktidarın özgürlükçü olmamasını eleştiriyor.

Taraftar olduğu siyasetçilerin yolsuzluklarına ses çıkarmazken karşı taraftan dürüst siyaset istiyor. 

Sadece bunlar da değil, ettikleri sözün, kullandıkları üslubun, gösterdikleri yaklaşımın, aldıkları tavrın toplumda nasıl etki bıraktığını, dahası kendi sözlerini etkisiz kılıp kılmadığını da umursamıyor.

Alman filozof Habermas’ın “Ben nişan almadan ateş eden entelektüellerden değiliim” sözündeki gibi nişan almadan, hedef belirlemeden edilen laflar, alınan tavırlar bir sonuç doğurmuyor.

Bütün bunlara dikkat edilmediği için ülke olarak kapkaranlık bir çukurda debelenip duruyoruz. 

Tekrar edeyim: Sorunlarımızın çözümü için toplumsal dönüşüme ihtiyaç var, sadece siyasette değil hemen her konuda. 

Toplumsal dönüşümü sağlamak için toplumla konuşabilmek, konuşmak için sağlam bir bağ kurmak, bu bağın oluşması için de sahiciliğe ve güvenilirliğe dayalı sağlıklı bir üslup gerekiyor.

Bu nedenle ağızdan çıkan her sözün, alınan her tavrın, gösterilen her yaklaşımın, yansıtılan duygunun çok ciddi şekilde kontrol edilmesi gerekiyor.

Yenme duygun varsa yenilmeyi de hesaba katacaksın, üstün gelme motivasyonuyla hareket ediyorsan üstün gelinme çabalarına muhatap olacaksın, kişiler, kurumlar, partiler arasında taraf tutuyorsan karşı taraf olarak görülmeyi de kabul edeceksin, karşı taraf olarak görülmeyi sorun etmiyorsan dikkate alınmamayı da dert etmeyeceksin, kendinden olanı eleştirmiyorsan karşı tarafın da eleştirmesini beklemeyeceksin, yalana, manipülasyona başvuruyorsan inandırıcılığını kaybedeceksin ve sonunda da adına mücadele dediğin kavgada bir arpa boyu yol alamayacaksın.  

Çocuğumuzla bir sorun yaşadığımızda onunla kavgayı değil konuşarak anlaşmanın yolunu seçiyoruz. Çünkü onun duygusunu, öfkesini, düşünme biçimini, tepkiselliğini hesaba katıyoruz. 

Aynı yaklaşımı ülke meselelerinde de gösterecek sabrı, sakinliği, sahiciliği, içtenliği göstermek gerekiyor.

Aksi halde hep birlikte bu karanlık çukurun içinde boğulup gideceğiz.

acikcenk@gmail.com

@acikcenk 

dikenhttp://www.diken.com.tr/ataturkculer-solcular-ne-soyluyor-ne-yapiyor/

Tüm yazılar: Levent Gültekin

Atatürkçüler, solcular ne söylüyor, ne yapıyor?

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.